kıl çadırlar

Türkmen çadırı yörük çadırı kara çadır ve Türkler

Türkmen çadırı Yörük Çadırı Kara Çadır ve Türkler

Türklerin bundan bin bes yüz yil önce orta Asya’da, iklim ve cografi sartlarin icabi olarak, umumiyetle göçebe bir hayat yasadiklari malumdur. Öyle göçebe bir gayet ki, bu hayati yasinlar yazi yazmasini biliyorlar ve kervan ticareti yapiyorlardi.

Göçebe hayati yasiyan Türkler,iyi ahlakli olmayi, yoksullara yardim etmeyi seviyorlar ve bunu en büyük faziletler arasinda sayiyorlardi. Ortaçagdaki göçebe Türk cemiyetlerinde, çok zengin bir asilzadeler sinif, her hususta hür olan halk tabakasi ve nihayet kara halk denilen, esirlerden mürekkep asagi tabaka vardi. Isaret edildigi üzere, Türk göçebe cemiyetinde medeni hayatin mürekkep manzarasi ve birçok müesseseleri görülmektedir. Türkler, hep çadirlarda dogmuslar ve buralarda yasayip ölmüslerdir. Eski Türkler çadira otak (otag) adini veriyorlardi ki, bugünkü oda sözü buradan gelmektedir. Otag ismi çadir manasinda olarak, Selçuklularda ve beyliklerde oldugu gibi, Osmanlilar’da da kullanilmistir. Çadir kelimesine gelince, bu da Türkçe olup çatmak fili ile ilgilidir.

Orada da, ihtiraslar birbirleriyle mücadele etmekte ve dedikoduya büyük bir yer verilmektedir.

Iste, birçok Avrupali alimlerin de tasdik ettikleri üzere, dogustan asker, teskilatçi ve idareci olan

Yukari orta çagda, Orta Asya’nin engin bozkirlarinda yasiyan Türklerin çadirlari, keçeden mamuldü. Sekli yuvarlak olup, saglam kaziklarla yere raptedilmisti. Alelade halk çadirlari sekiz on kisi alçak büyüklükte idi. Asilzadeler olan beylerin ve hanlarin muhtelif sekil ve büyüklükte otag yani çadirlari vardi. Bunlardan kirmizi atlas veya ipekten yapilmis büyük otaglar elli, yüz kisi alirdi ki, burada resmi toplantilar yapilir, ziyafetler verilirdi. Renk renk kiymetli kumaslar ve ipeklilerle süslenmis olan bu otaglar, bazi samanlarda ziyafetten sonra içindeki kiymetli esya ile birlikte ziyafeti veren han veya beyin müsaadesiyle yagmalanirdi. Yagma esnasinda han veya bey, varsa ogullari ve katunu ile beraber otagdan uzaklasirdi. Otagi yagma edenler, yagmayi müteakip han veya beyin huzuruna vararak onu selamlarlar. ve yagmaladiklari esya ile birlikte kendi yerlerine giderlerdi. Iste eski Türklerdeki yagmali sölenin asli budur. Iranlilar, Türklerde gördükleri bu adeta han-i yagma (yani yagma sofrasi) adini vermislerdir.

Çadir, Türkler tarafindan o kadar sevilmis ve iona o kadar alisilmisti ki, yabanci ülkelerde bulunan ve evlerde oturan Türkler çadirda yasamin hasretini çekmislerdir. Saphesiz ki, onlar çadira, hür ve serbest yasamanin hasretini çekmislerdir. Süphesiz ki, onlar çadira, hür ve serbest yasaminin bir timsali nazariyle bakiyorlardi. Yedinci asrin baslarinda Çin’de bir müddet yasiyan bir Gök Türk sehzadesi, kendisine tahsis edilen muhtesem bir binada kalmak istemeyerek, bu binanin bahçesine kurdugu bir çadirda oturmustur. Eski Türklerin

çadirlari, elbiseleri gibi, umumiyetle ak idi. Ancak köle ve cariyeleridir ki, kara çadirda yasarlardi. Büyüklerin çadirlarindan bazilari al, kirmizi ve turuncu idi.

Arap müelliflerine göre, Peygamberimiz, hayatinin son zamanlarinda Türk çadirinda oturmus ve bu çadiri çok sevmistir.

Osmanli Türklerinin çadirlari da Orta Asyali atalarininkinden farksizdi. Osmanli hükümdarlarinin büyük ve muhtesem çadirlari vardi ki, buna otag-i hümayun denilirdi. Otag-i hümayun seferlerde, av ve gezintilerde kullanilirdi. Fevkalade müzeyyen, islemeli ve süslü olan otag-i hümayunlar müteaddit kisimlara ayrilmisti.

Otag-i hümayunlarin rengi kirmizi idi ve Osmanli ordusunda padisah, sehzadeler, vezir ve beylerbeyilerden baskasi bu renkte çadir kullanamazlardi. Padisah otaglarindan Kanuni Sultan Süleyman’in 1566 da yaptigi Sigetvar seferindeki otagi pek mükellef olup yedi direkli idi. Bu hükümdarin nisancisi ve müverrihi Celalzade, bu otagi pek edibane bir surette tasvir etmistir. Onun bu tasvirinden anlasiliyor ki, Kanuni’nin otagi, renkli serit ve sirma saçaklarla süslenmisti. Padisah otaglarinin nezaretine hayme mehterleri adi verilen bir cemaat bakardi. Bu cemaat oda tabir edilen dört kisma ayrilmisti. Padisahlar sefere veya herhangi uzakça bir mahalle gidecekleri vakit Davutpasa, Çirpici çayiri ve Üsküdar’daki Dogancilar meydanina hayme mehterleri daha önce hareket ederek otaglar kurarlardi. Seferlerde iki otag bulundurulmasi adet idi. Bunlardan birisinde bizzat hükümdar oturur, digeri de tuglarla beraber daha ilerdeki menzilde kurulurdu. Tuglarla otag-i hümayunu nakle memur edilenlerin baslarina, konakçi basi denilirdi ki, bunlardan bazilari beyler beyi rütbesini haizdi.

Asker çadirlarina gelince, bunlar mahruti sekilde olup, pamuktan yapilmisti. Renkleri beyazdi.

YÖRÜK ÇADIRI VE TÜRKLER


Türk’lerin 1500 yüz yil önce orta Asya’da, iklim ve coğrafi şartlarının zorluğu altında, göçebe bir hayat yasadıkları malumdur. Göçebe Türkler yazı yazmasını biliyorlar ve kervan ticareti yapiyorlardi. Göçebe hayatı yaşayan Türkler, iyi ahlaklı olmayı, yoksullara yardım etmeyi seviyorlar ve bunu en büyük faziletler arasında sayıyorlardı.
Eski Türkler padişahların ve beylerin büyük süslü çadirına otak (otag) adini veriyorlardi ki, bugünkü oda sözü buradan gelmektedir. Otag ismi çadir manasinda olarak ilk Selçuklularda ve beyliklerde daha sonra Osmanlilarda kullanilmistir. Çadir kelimesine gelince, bu da Türkçe olup çatmak fili ile ilgilidir. bir çok Avrupali alimlerinde tasdik ettikleri üzere, doğustan asker, teskilatçi ve idareci olarak orta çagda, orta Asya’nin engin bozkirlarinda yasayan Türklerin çadirlari, keçilerinin kilindan yapılırdı. Dayanıklıydı Taşıması kolay ve sağlıklıydı sağlam kaziklarla yere sabitlenirdi.


Çadir, Türkler tarafindan o kadar sevilmis ve ona o kadar alisilmisti ki, yabanci ülkelerde bulunan Türkler çadirda yasamin hasretini çekmislerdir. Süphesiz ki, onlar çadira, hür ve serbest yasamanin hasretini çekmislerdir. onlar yörük çadirın hür ve serbest yasamanin bir timsali nazariyle bakiyorlardi. Yedinci asrin baslarinda Çin’de bir müddet yasayan bir Gök Türk sehzadesi, kendisine tahsis edilen muhtesem bir binada kalmak istemeyerek, bu binanin bahçesine kurdugu bir otağ yörük çadirında oturmustur.

Arap müelliflerine göre, Peygamberimiz, hayatinin son zamanlarinda Türk çadırı dedikleri yörük çadırında oturmus ve bu çadiri çok sevmistir. Osmanli Türklerinin çadirlari da Orta Asyali atalarininkinden farksizdi. Osmanli hükümdarlarinin büyük ve muhtesem çadirlari vardi ki, buna otag-i hümayun denilirdi. Padisah otaglarindan Kanuni Sultan Süleyman’in 1566 da yaptigi Sigetvar seferindeki otagi pek mükellef olup yedi direkli idi. Bu hükümdarin nisancisi ve müverrihi Celal zade, bu otagi pek edibine bir surette tasvir etmistir. Onun bu tasvirinden anlasiliyor ki, Kanuni’nin otagi, renkli serit ve sirma saçaklarla süslenmisti. Padisah otaglarinin nezaretine hayme mehterleri adi verilen bir cemaat bakardi. Bu cemaat oda tabir edilen dört kisma ayrilmisti. Padisahlar sefere veya herhangi uzakça bir mahalle gidecekleri vakit önce hareket ederek otaglar kurarlardi.


Yörüğün çadırı onun konağı, sarayı, köşkü villasıdır. Tasasını, sevincini, zayıflığını, güçlülüğünü, egemenliliğini onun içinde paylaşır. Aşını onun içinde yer. Sütünü orada içer. Onun içinde rahatça uyur. Aşkını çadırın içinde tadar. O insanlar onun içinde doğmuş, onun içinde büyüyüp yaşamış, onun içinde ölmeyi beklemiştir. Bütün Türkler, Orta Asya’dan kalkınca dünyanın neresine giderlerse gitsinler, çadır içinde yaşaya yaşaya yolculuk etmişlerdir. O, küçücük kıl kulübenin içine sığdırılmış binlerce anı vardır.
•O çadırın içinde acı vardır,
•Sevinç vardır,
•Din, İman vardır,
•Kararlılık vardır,
•Uygarlık vardır.
•Kurulmuş bir çok devlet vardır.
•Yüreklilik vardır,
•Adalet vardır,
•Şefkat, sevecenlik, vardır.
•Nice imparatorluklar vardır.
•Ölülerini oradan çıkarırlar.
•Düğünler onun içinde yapılır, gelin oraya iner, kız telli duvaklı oradan çıkar.

Yüce Atatürk´e “Yörük kimdir” diye sormuşlar. Atamız da Yörük “yürüyen Türktür” diye güzel bir cevap vermiştir. Kendisinin de Sarıkeçili boyundan olduğu bilinmektedir.


ERGENEKON DESTANI – KIL ÇADIR

ergenekon kıl çadır

Ergenekon Destanı, Büyük Türk Destanı’nın bir parçasıdır. Kök-Türkler çağını konu alır. Ergenekon Destanı’nın, Türk destanlarının içinde ayrı ve seçkin bir yeri olup, en büyük Türk destanlarından biridir. Ergenekon Destanı’nın, Türk toplum yaşamında yüzyıllarca etkisi olduğu gibi, bugün bile Anadolu’nun dağlık köylerinde, birtakım gelenek ve göreneklerde etkisi görülmektedir.

Ergenekon Destanı, Bozkurt Destanı’nın ana çizgileri üzerine kurulmuş olup, bu destanın serbestçe genişletilmiş biçimidir diyebiliriz. Daha doğrusu Bozkurt Destanı ile kaynağını belirleyen Türk soyu, Ergenekon Destanı ile de gelişip güçlenmesini, yayılış ve büyüyüş dönemlerini anlatmıştır. Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt Destanı’nın bittiği yerde, Ergenekon Destanı başlar. Bozkurt Efsanesi’nin devamı, Ergenekon destanı’dır. Ergenekon Destanı, Cengiz Han çağında moğollaştırılmıştır. Ancak bu efsaneni

n kökleri ve ana motifleri, açıkça Kök Türkler ile ilgilidir. Kök Türk Devleti, MS 6.yy.dan itibaren bir cihan imparatorluğu olmuş ve 200 yıl yaşamıştır. Böyle büyük ve güçlü bir devletin, ilkel Moğollar’dan bir efsane alıp kökenlerini ona dayandırması mümkün değildir. Ayrıca, Ergenekon Destanı’nın ana motiflerinden biri, Demirci’dir. Destanda demirci, dağda demir madeni bulur ve Türkler bu demir madenini eriterek Bozkurt’un önderliğinde Ergenekon’dan çıkarlar. Unutmamak gerekir ki, Göktürkler’in ataları da demirci idiler. Onlar en iyi çelikleri işler, başka devletlere silah olarak satarlardı. Göktürkler’in ataları, demir cevherleriyle dolu dağların eteklerinde türemişler, demirleri eriterek yeryüzüne çıkmışlardı. Sonradan kendilerinin de demirci olmaları bundan ileri gelmektedir. Göktürkler’in temel toprakları olan Altay ve Sayan dağları, zengin demir madenlerinin bulunduğu bir yerdi. Burada çıkan demirin yüksek cevherli olması ve Türkler tarafından mükemmel bir biçimde işlenmesi, çağın Türk savaş endüstrisinin en önemli özelliği idi. Göktürkler çağında Türkler’in işlettikleri demir ocakları ve dökümhaneleri bulunmuştur. Göktürkler demirden ürettikleri kılıç, kargı, bıçak gibi savaş araçlarının yanında yine demirden saban, kürek, orak gibi tarım araçlarını yapmakta da usta idiler. Oysa, Göktürklerden tam beş yüzyıl sonra, yine Türklerle birlikte olmak üzere bir devlet kuran Moğollar, demirciliği bilmezlerdi. Cengiz Han zamanında Moğollar’a elçi olarak gönderilen Çin’deki Sung sülalesinin generali Men Hung, yazmış olduğu ”Meng-Ta Pei-lu” adlı ünlü seyahatnamesinde, Moğollar’ın Cengiz Han’dan önce maden işlemeyi bilmediklerini, ok uçlarını bile kemikten yaptıklarını, Moğollar’a demir silahların Uygur Türkleri’nden geldiğini anlatmaktadır. Zaten Moğollar, demirciliği Uygur Türkleri’nden öğrenmişlerdir. Aslında demircilik, o çağın Moğol düşüncesine göre büyücülere özgü ve korkunç bir sanattı. Ayrıca Bozkurt, Türkler’in kutsal hayvanıdır. Moğollar’ın kutsal hayvanı köpektir. Ergenekon Destanı’nda Türkler, Ergenekon ovasından çıkmak istediklerinde yol bulamazlar. Çare olarak da dağların demir madeni içeren bölümlerini eritip bir geçenek açmayı düşünürler. Demir madenini eritmek için dağların çevresine odun-kömür dizilir ve yetmiş deriden yetmiş körük yapılıp yetmiş yere konulur. Yedi ve yetmiş sayıları, dokuzve katları ile birlikte, Türkler’in mitolojik sayılarındandır. Moğollar’ın mitolojik sayıları ise altı ve altmıştır. Destanda altmış yerine yetmiş sayısına yer verilmesi, bu efsanenin Moğolca bir metinden öğrenilmemiş olduğunu, Türkler’e at olduğunu gösterir. Mağaralar, Türk mitolojisinde ve Türk halk düşüncesinde önemli bir yer tutarlar. Bu, yalnızca Göktürk efsanelerinde, Bozkurt ve Ergenekon destanlarında değil, Anadolu’daki masallarda da böyledir. Göktürk efsanelerinin, Bozkurt ve Ergenekon destanlarındaki motiflerin ufak değişikliklere uğramış örneklerini, Anadolu efsanelerinde de bulabiliriz. Hatta islami hikayelerde bile:
Bir Anadolu efsanesinde peygamberin torunu (?) Muhammed Hanefi, önüne çıkan bir geyiği kovalar. Geyik bir mağaradan içeri girer. Muhammed Hanefi de geyiğin arkasından mağaraya girer. Mağaradan geçerek büyük bir ovaya varır ve burada Mine Hatun’la karşılaşır. Dikkat edilirse, bu Anadolu efsanesindeki mağara, Bozkurt’un hayatta kalan tek Türk gencini götürdüğü mağaranın ve mağaradan çıkılan ova da yine Bozkurt Destanı’ndaki kurdun, yaşayan tek Türk gencini mağaradan geçerek götürdüğü ovanın aynısıdır. Ayrıca yine bu ova, Ergenekon Destanı’ndaki Kayı ile Tokuz Oguz’un yurt tuttukları ovanın aynısıdır. Altay Türkleri’nin efsanelerinde de Bozkurt ve Ergenekon destanlarının izlerini görmek mümkündür. Bir Altay efsanesinde, bir bahadır avlanırken karşısına çıkan geyiği kovalamağa başlar. En sonunda bir Bakır-Dağ’ın önüne gelirler. Baştan başa bakırdan yapılmış olan dağ birden açılır ve geyik açılan delikten içeri girer. Genç bahadır da geyiği izler. Az sonra geyik kaybolur. Efsanenin devamında bahadır türlü canavarla, iyi yürekli yaşlı kişilerle, çok güzel kızlarla karşılaşır. Bu Altay efsanesinde de aynı mağara ve mağaradan geçilerek ulaşılan ova motifleri vardır ve bu Altay efsanesi, Muhammed Hanefi’nin efsanesine belirgin bir biçimde benzemektedir. Altay masal ve efsanelerinde bu tür öykülerin daha mitolojik biçimde olanları da vardır. Asya Büyük Hun Devleti’nde, bizzat Hun hakanının başkanlık ettiği törenler vardır. Bu törenlerden en önemlisinde, devletin ileri gelenleri toplanarak Ata Mağarası’na giderler ve orada, hakanın başkanlığında dini törenler yapılır, atalara saygı gösterilir. Aynı törenler, Göktürk Devleti’nde de yapılagelmiştir. Bu adı geçen Ata Mağarası, Bozkurt’un Türk gencini düşmandan kaçırıp sakladığı ve Ergenekon’a ulaştırdığı mağaradır. Ancak bugün, bu mağaranın yeri bilinmiyor. Tabgaçlar da kayaları mağara biçiminde oyarlar ve burada yere, göğe, ata ruhlarına kurban sunarlardı. Bu kurban töreninden sonra da, çevreye kayın ağaçları dikilir, o bölgede kutsal bir orman oluşturulurdu. Asıl önemli olan nokta ise, bütün milletçe bunlara inanılması ve devletin de bu efsaneye saygı göstermesidir. Ayrıca, Aybek üd-Devâdârî’nin anlattığı, Türkler’in kökenine ilişkin ”Ay Ata Efsanesi”nde de mağara ve mağarada türeme motifi vardır. Bu efsanede de, Türkler’in ilk atası olan Ay Ata, bir mağarada meydana gelir. Ay Ata Efsanesi’ndeki mağara, ilk ataya bir ana rahmi görevi görmüştür. Ergenekon Destan’ı, Türkler’in yüzyıllarca çift sürerek, av avlayarak, maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları etrafı aşılmaz dağlarla çevrili kutsal toprakların öyküsüdür. Ergenekon Destanı’nın önemli bir çizgisi, Türkler’in demircilik geleneğidir. Maden işlemek, demirden ve en iyi çelikten silahlar yapmak, Eski Türkler’in doğal sanatı ve övüncü idi. Ergenekon Destanı’nda Türkler, demirden bir dağı eritmiş ve bunu yapan kahramanlarını da ölümsüzleştirmişlerdir. Ergenekon Destanı ilk kez, Cengiz Han’ın kurmuş olduğu Türk-Moğol Devleti’nin tarihçisi Reşideddin tarafından saptanmıştır. Reşideddin, ”Câmi üt-Tevârih” adlı eserinde Ergenekon Destanı ile ilgili geniş bilgiler vermektedir. Fakat Reşideddin, -yukarıda da değinildiği gibi- bir Türk destanı olan Ergenekon Destanı’nı moğollaştırmıştır (Ergenekon Destanı’nın nasıl moğollaştırıldığı hakkında Prof.Dr.Bahaeddin Ögel’in, Türk Mitolojisi [1.cilt, 59-71. sayfalar] adlı yapıtında geniş bilgiler vardır).
Ergenekon Destanı, Hıve hanı Ebulgazi Bahadır Han’ın 17.yy.da yazmış bulunduğu ”Şecere-Türk” (Türkler’in Soy Kütüğü) adlı esere de kaydedilmiştir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kurtuluş Savaşında’ki Anadolu’yu, Ergenekon’a benzeterek aynı adı taşıyan bir kitap yazmıştır. Ergenekon Destanı’nda Bozkurt, öteki Türk destanlarında da olduğu gibi, ön planda ve baş roldedir. Bu kez Türkler’e yol göstericilik, kılavuzluk yapmaktadır. Bir rivayete göre Türkler, Ergenekon’dan 9 Martta çıkmışlardır. Başka bir rivayet ise bu tarihi 21 Mart (Nevruz Bayramı) olarak verir. Öyle anlaşılıyor ki, Ergenekon’dan çıkış işlemleri 9 Martta başlamış, 21 Martta da tamamlanmıştır. Destan aşağıda özetlenmiştir:
ERGENEKON
Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk’e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler, Türkler’in üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi. Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki: ”Türkler’e hile yapmazsak halimiz yaman olur !” Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler, ”Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar” deyip artlarına düştüler. Düşman, Türkler’i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkler’i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler. O çağda Türkler’in başında İl Kagan vardı. İl Kagan’ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kagan’ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: ”Dörtbir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım.” Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler. Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu. Türkler’in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı’ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye ”Ergenekon” dediler. Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz’un birçok çocukları oldu. Kayı’nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oguz’un daha az oldu. Kayı’dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz’dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon’da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti. Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon’a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki: ”Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtla varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon’dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.” Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon’dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: ”Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir. Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tanrı’nın yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu. Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk’ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt’un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon’dan çıktılar. Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türkler’in bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kaganı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar. Ergenekon’dan çıktıklarında Türkler’in kaganı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler göderdi; Türkler’in Ergenekon’dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi, bütün iller Türkler’in buyruğu altına gire. Bunu kimi iyi karşıladı, Börteçine’yi kagan bildi; kimi iyi karşılamadı, karşı çıktı. Karşı çıkanlarla savaşıldı ve Türkler hepsini yendiler. Türk Devleti’ni dört bir yana egemen kıldılar.

Bizi Arayın